Müşteri Bilimi "müşteri" kavramını doğru anlamakla başlıyor. Müşteri olmanın doğal bir rol olduğunu, herkesin yerine göre ya bir müşteri veya bir müşteriye hizmet konumunda bulunduğunu bazı kafalara anlatmak kolay olmuyor.
Engin Ardıç'ın 30.08.2006 tarihle Akşam'daki yazısı, "bazı kafaların tüketime neden basmadığını" anlamamıza yardımcı olabilir.
İşte o yazı...
Tüketmekten utananlar
"Küçük memuru az paraya razı etmenin yollarından biri onu 'memleketin efendisi' olduğuna inandırmaksa, bir diğeri 'misyon sahibi' olduğuna vehmettirmek, ötekisi de 'tüketimin kötülüğüne' ikna etmektir. Örneğin ilkokul öğretmenlerini yıllarca böyle kazıkladılar.
Ayrıca işçiye daha çok ücret sağlanarak memur ile işçi arasında düşmanlık yaratılır, memurun işçiyi hem hor görmesi hem de ona kızması sağlanır ve böylece emekçi kitle arasına ikilik sokulup çalışan sınıfın birlik ve beraberliği önlenir.
(Özel sektörde de işçiyi ucuza kapatma girişiminin göstergesi 'fedakarlık bekliyoruz' ağızlarıdır, ya da 'bizimle çalışmak ayrıcalıktır' şeklindeki eşek tuzağı. Hele basında bunu çok yaparlar.)
İsmet Paşa, savaş yıllarında memura gaz, bez, sabun falan dağıtır, hem kendini ayrıcalıklı hissetmesini sağlar, hem de devletin temel direği olduğunu düşündürtürdü.
Üç otuz para alır olmanın teselli yolu da tutumluluktu.
Tutumluluk, bir yoksul ideolojisidir. Yoksullukla başa çıkamayınca, onu 'içselleştirir', ondan keyif duymaya başlarsın ('dertleri zevk edinme' yaklaşımı)... Tıpkı, dayak yemekten kurtulamayınca 'mazoşist' olduğun gibi.
Kendin tüketemediğin için, tüketene de kızarsın. İstersen (beyin düzeyine göre) buna din kılıfı da geçirir, köylülük kökenli para biriktirme ve mülk edinme hırsını 'dinimizde israf haramdır' cümlesine de yedirirsin kafanda. 'Gurbetçiler' öyle yaptılar.
Sonra sonra da, senden bir lira az kazanana ayaktakımı, senden bir lira fazla kazanana da hırsız demeye başlarsın işte...
Benim çocukluğumda anlatırlardı: Amerika'da gazoz şişelerinin üstünde 'lütfen içtikten sonra kırınız, saklamayınız' yazarmış!
Buna çok şaşardık. Cam üretiminin nasıl artacağı hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. İşin kötüsü, büyüklerimizin de yoktu. Artması gerektiğine bile kimsenin aklı basmıyordu. İçki şişeleri içine su koymak üzere yıkanıp saklanır, gazoz şişeleri de bakkala götürülüp 'doldurtulurdu'...
Türkiye'de kendini solcu sanan memur zihniyetli ahmaklar, yıllarca tüketime karşı çıktılar.
Bir kere, tüketim artınca üretim de artacak, kapitalist para kazanacaktı ki, bu çok ayıptı!
Devrimciler de Birinci sigarası içerlerdi, kimsenin 'Samsun ya da Maltepe almaya param yetmiyor' diyecek büzüğü yoktu, halkla bütünleşme ayağına yatmak daha kolaydı. Parası olmak da ayrıca ayıptı.
İthalata karşı çıkma dıngıllığı da bundan kaynaklandı, devletin dövizleri çarçur ediliyordu! Çünkü o dövizler kıçımıza sokmak için biriktiriliyordu.
Kendi kabuğumuzda, kıt kanaat yaşamalıydık. Sovyetler Birliği ve uydu devletleri ne güzel öyle yapıyorlardı. Yurtdışına yılda bir kerecik çıkabiliyorduk, bu bile fazlaydı canım. Emekçi halkımızın yurtdışında ne işi olabilirdi? Telefon yaygınlaşınca çok kızdılar, kim kiminle konuşacaktı? Uzak bir yere telefon edeceksen postaneye 'yazdırır', beklerdin...
Memur kafalıların bu 'yoksullukta eşitlik' önerisine halk hiç yüz vermedi.
Ve bastırılan tüketim açlığı öyle bir patladı ki, her şeyin suyunu çıkarmaya pek meraklı ülkemizde ibre öbür uca yattı, tüketim arzusu tüketim çılgınlığına dönüştü.
İşte cip satışlarının katlanması da bundan kaynaklanır, 'dev ekran' televizyon tutkusu da. Köylünün 'mangal sefası' da bundan kaynaklanıyor, çünkü et yemeyi yeni keşfetti ve öğrendi. Hapır küpür et pişiriyor, çünkü eskiden bulgurla yetinirdi.
Ama çıkın bakın, Çikita muz ithal ettiği için Özal'dan nefret eden bir sürü ahmak da göreceksiniz. Sümerbank patiskasına ve Tekel birasına dönseler mutlu olacaklar da, Türkiye onları solladı geçti. Onun için gazeteleri de satış yapamıyor."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder